Fâil-i
meçhuller-2
Cumhuriyet dönemi Ali
Şükrü Bey Ali
Şükrü Bey'in, muhalefeti hazm edilemedi. 27 Mart 1923 tarihinde Çankaya
Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman Ağa tarafından öldürüldü. Topal
Osman da bir tetikçi idi. Sonra tetikçi de vuruldu. Defter kapatıldı. Demek ki değişen bir şey yoktu. Komitacılık
ve tertipler devam ediyordu. Ali Şükrü Bey hadisesi aslında çok önemlidir. Onun düşünceleri, Ahrarların devamı olduğu ve demokrasiyi savundukları için her zaman en büyük tehlike olarak kabul edildi. Hadiseler ve bahaneler ne olursa olsun her zaman fatura bu Ahrarlara çıkarıldı. Ne zaman bunlar iktidara gelse veya ihtimali doğsa provokasyonlar ve tertipler başladı ve bazı gizli komiteler harekete geçti. İttihatçıların bozuk kısmı her zaman bunları en büyük tehlike olarak gördü ve eski rakiplerini hiç unutmadılar. Gladyo'nun ortaya
çıkışı Gladyo, 1990 yılında İtalya'da ortaya çıkmıştı. 3 Mayıs 1990 günü
üç İtalyan jandarması Kuzey İtalya'da, şüphelendikleri bir araçta arama
yapmak için bagajı açtıklarında, arabada meydana gelen patlama sonucu ölmüşlerdi.
Ne olduğu bilinmeden başlatılan
operasyonlar sonucu, kırsal kesimde toprağa gömülü 127 silah, tahrip kalıbı
ve patlayıcı madde ortaya çıkarıldı. Savcı Felice Casson, bulunan silah ve patlayıcı madde depolarının İtalyan
gizli servisine ait olduğunu tesbit etti. Jandarmaların ölümüne sebep olan
üç kişiyi mahkum ettirdi. Ancak bir generalle bir yarbayın soruşturmayı
saptırmaya çalıştıklarının farkına varınca, gizli servis arşivlerini
incelemek için İtalyan Başbakanı
Andreotti'ye ulaştı. Uzun süern
bir mücadele sonucunda, İtalyan İstihbarat servisinin arşivine girdi. "GLADIO"
adında bir örgütün 1956'nın Kasım ayında İtalyan ve Amerikan gizli
servisleri tarafından kurulduğunu tesbit etti. bu örgütün eğitim kampları
ve üsleri Sardunya adasında bulunuyordu. İtalya'daki Gladyo hakkında ilk ifşaatlardan sonra
sıra diğer Avrupa ülkelerine geldi. Hepsi de kendi ülkelerinde de bu
etşkilatın varlığını kabul ediyorlardı. Bir Belçika hükümet temsilcisi
Gladyo skandalı patladığında, o zamanki örgütlerin tam 16 NATO ülkesinde,
50'li yıllarda kurulduğunu açıkladı.. Aydınlatılmayan terörist eylemlere
Gladyo ordusunun olası iştiraki hakkında düzenli hükümet araştırmaları
başlatıldı. Sonunda hemen hemen tüm hükümetler;
milli Gladyo birliklerinin ortadan kaldırıldığını ya da en azından
çok kısa sürede kaldırılacağını ilan ettiler. Avrupa'da tüm bunlar olup biterken,
Türkiye'de yetkililer duvar gibiydi. Kimseden çıt çıkmadı. Gladyo ve Özel harp Türkiye'de Özel harp NATO ile başladı. Şüphesiz
bu yıllara kadar arada pek çok hadiseler oldu. Bir çok hadise
demokrasi isteklerinin bastırılmasında kullanıldı. Ahrarların güçlü
olduğu bölgeler hedef seçilerek
ezilmeye çalışıldı. Tertipler basit
bir şekilde hazırlandı. Fazla kompleks olmasına bile ihtiyaç duyulmadan
sahneye konuldu. Tekrar Özel harp konusuna dönelim. İkinci Dünya
savaşından en karlı çıkan ülkelerden birisi de Sovyetler Birliği idi. Doğu
Avrupa'da mutlak bir hakimiyet kurmuştu. Savaş sonrası sefalet ve fakirlikten
faydalanarak yayılmaya başlıyordu. Amerika ve Batı, İkinci Dünya savaşında
İtalyan ve Alman faşizmini ve ırkçılığını ezerken komünizmin
aradan sıyrıldığını ve büyük bir mesafe aldığını fark edememişti.
Bu arada ırkçılığın zararlarının görülmesiyle de Yahudilik prim yapmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri dev bir ekonomik güç haline gelmişti. Artık
yirminci asrın ikinci yarısının seyrini belirleyecek unsurlar belli
olmuştu. Komünizmin karşısında iki tane güç vardı.
Birisi din diğeri de siyasi güç idi. Siyasi gücün içinde, ekonomi,
askeriye, tarih mirası gibi unsurları sayabiliriz. İşte bu noktada hem NATO hem de Sovyetler Birliği veya Çin iki ülkeye
hedeflendi. Birisi İtalya diğeri de Türkiye. Her iki ülke de komünizmin yayılmasına
en büyük engel olacak olan dini bir alt yapıya ve dini ve tarihi bir
mirasa sahip idi. Dünyayı, Hıristiyanlık
ve İslâmiyet asırlarca Roma'dan ve İstanbul'dan yönetmişti. Halktaki
etkileri devam ediyor ve komünizme karşı güçlü bir engel teşkil ediyordu.
Türkiye, Atlas okyanusundan uzak doğuya kadar olan İslam aleminin kapısı
idi. İtalya ise, Avrupa’dan, Orta ve Güney Amerika'ya kadar uzanan ülkelerin
kapısıydı. Her ikisinin de komünist olması Hıristiyan ve İslâm dünyasının
kapılarını açacaktı ve gerisi kolaydı. İki ülkenin birbirine benzeyen başka özellikleri
de vardı. Dünyanın en büyük ve
en uzun ömürlü imparatorluğu olan Osmanlı Anadolu'da kurulmuştu. İkinci
büyük imparatorluk ise Roma idi. Her ikisi de tarihi miraslarını arıyorlardı.
Milli ve hamasi duygular ağırlıkta
idi. Sovyetler Birliği her iki ülkedeki
faaliyetlerine büyük bir hız verdi. NATO ise birbirine çok benzeyen bu iki ülkeye
aynı modeli uyguladı. İtalya'da Gladyo'yu kurdu. Geçen yıllarda, Gladyo'da
ve Avrupa'nın değişik ülkelerinde benzeri teşkilâtlarda görev yapanlar Türkiye'de
de aynı teşkilatın olduğunu açıkladılar. Bu gün Gladyo'nun her şeyi
ortaya çıktığı halde, Türkiye'deki faaliyetlerle ilgili hiç bir
resmi açıklama yapılmadı. 1952'de Milli Savunma Yüksek
Kurulu kararıyla Seferberlik Tetkik Kurulu'nun oluşturulduğu biliniyor. Bu
kurul 1960'lı yıllarda Özel Harp Dairesi'ne dönüştürüldü. Bu hususlarla
ilgili pek çok rapor hazırlandı. Özel Harp Dairesi'nin esas mevzuatını
belirleyen Sahra Talimnamesi'nde (ST- 31/15) "gayri nizami kuvvetlere karşı
alınacak önlemlerin" belirlendiği ve "yeraltı grupları sabotaj,
istihbarat ve cinayet görevlerini üstlenmiş olurlar" ifadesinin yer aldığının
kaydedildiği bir raporda, "Özel Harp Dairesi, NATO ülkelerinde komünizmle
mücadele için kurulan CIA bağlantılı Gladio'nun Türkiye'deki
temsilcisidir" deniliyordu. Raporda, ABD'yle kurulan ittifaklarla devlet içindeki
bu gizli yapılanmanın geliştiği kaydediliyordu. 1965'te Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar, bu
teşkilâtın isminin Özel harp olduğunu açıkladı. Özel harp ile ilgili
devlet tarafından yapılan en ciddi diğer bir açıklama ise Sayın Ecevit'ten
yapılanıdır. Muhalefette iken bu konudan kontr-gerilla olarak en
çok bahseden idi. Ecevit İktidarda
olduğu dönemde, Kıbrıs ambargosu dolayısıyla bazı güvenlik görevlilerinin
de yanlışlıkla maaşlarının kesildiğini ve kendisine müracaat edildiğinde
Özel harp diye bir kuruluşun olduğunu fark ediyor. Tabi böyle büyük bir
yanlışlık yapılabilir mi? Yoksa bir mesaj mıydı? Bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz
daha sonra Ecevit bu konulara bu bahis hariç
hiç girmemiştir. Şimdi tekrar 1950'li yıllara dönelim. İtalya'da
yeni bir teşkilat kuruldu ve isim arandı. Hıristiyanlık
öncesi motifler de ihtiva etmeliydi. Çünkü, Batı için Hıristiyanlık
ve İslamiyet yeterli değildi. Öncesine de ihtiyaç duymuşlardı. Her
iki din de şiddet ve teröre müsait değildi. Sonunda Gladyo ismi
bulundu. Bizde ise Ergenekon gibi isimler kullanılmaya çalışıldı ise de
tutmadı. Gladyo, meşhur Roma kılıcı demekti.
Gladyatörlerin kullandığı kılıç. Eski Romalılar Gladyo'yu kullanırlardı.
Onlarda da bizde olduğu gibi kuvveti ve şiddeti sembolize eden efsaneler vardı.
Efsaneye göre Roma'nın kurucularını
da kurtlar emzirerek büyütmüştü. Efsaneler bile benziyordu. Gladyo İtalya'da, çeşitli milislerden oluşan
gizli bir teşkilât idi. Bu teşkilât, bazı subaylar, emniyet görevlileri,
gazeteciler,bankacılar, iş adamları, parti yöneticileri, Mussolini'nin ölümünden
sonra başsız ve işsiz kalan faşistler ve halktan seçilen bazı gençlerden
oluşuyordu. Çeşitli yerlerde silah depoları vardı. İtalya, komünistlerin
işgaline uğradığında, bu milisler NATO gelinceye kadar halkı örgütleyecekler
ve direnişe geçerek ülkenin kurtulmasını
sağlayacaklardı. Ülke işgal edilmeye başlayıncaya kadar hiç bir eylem
yapmayacaklardı. Fakat, Gladyo, komünizmin gelmesini bekleyemedi.
Çeşitli eylemlere girişti. Hareketleri meşru ve kanuni miydi? Gizli kapaklı olması, halkın ve meclisin
denetiminin dışında olması sebebiyle pek çok kanun dışı olaya bulaştı.
Roma kılıcı Gladyo, İtalyan generalleri, P2 Mason locası, Amerika ve
bazı komitelerin koalisyonu şeklinde devam etti. Amerika Birleşik
Devletleri'nin ülke dinamiklerinden habersiz olmasından faydalanan yerli
komiteler ve diktatörler, bu teşkilâtı iktidar emellerine alet ettiler.
Gladyo pek çok kirli işe bulaştı. Zaman zaman, ülkenin demokrasiden uzaklaşarak
komünizme daha müsait hale gelmesine sebep oldu. Bir türlü bitmeyen anarşiye
ve teröre sebep oldu. Halbuki meşru hedefe gayr-i meşru vasıtalarla
ulaşılamazdı. Amerika Birleşik Devletleri kendi ülkesinde gayr-i meşru
uygulamalara hiç bir zaman müsaade etmezken, diğer ülkelerde buna göz
yumuyordu. Yukarda da belirtildiği gibi, komünizme karşı
en büyük engel din idi. O tarihlerden yıllar önce, Bediüzzaman hazretleri
Anadolu’da Risale-i Nur külliyatını kaleme almış, gençliği, ahlaksızlığa
ve serseriliğe iten faaliyetlere ve komünizme karşı Sedd-i Zülkarneyn gibi
bir set oluşturmuştu. Komünizme karşı Kur’an'ın elmas kılıcıyla mücadele
ediyordu. Komünistlerin başka ülkelerde ayaklandırdığı
köylüler, Anadolu'da devletin matbaalarda basımını yasakladığı Risale-i
Nur eserlerini elle yazıyorlardı. Risale-i Nur eserleri sayesinde, halkta ve
gençlikte komünizme karşı, Batıyı ve Sovyetleri de şaşırtacak bir hızda
büyük ve güçlü bir tepki oluştu. Gladyo zaman zaman çeşitli iç ve dış
komiteler tarafından kullanıldı. Bazen yerli diktatörlerin kontrolüne geçti.
Binlerce gencin hayatına mal oldu. Her iki ülkenin ekonomik kaynaklarının sömürülmesine
sebep oldu. Bediüzzaman hazretleri, Osmanlı'nın son
yıllarında nasıl talebelerini ve arkadaşlarını komitelerden ve terörden
uzak tuttuysa, günümüz Risale-i Nur talebelerini de terörden uzak tuttu. Müsbet
hareket rotasını çizdi, memlekete büyük hizmetler ederek halkta ve gençlikte
komünizme ve dinsizliğe karşı büyük bir taban oluşturdu. Türkiye'de Özel harbin, 1950'den 1960'lı yıllara
kadar iç politikadan uzak tutulduğu tahmin ediliyor. Kayda geçen veya
iddialara konu olan hiç bir eylem yada olay yok.
O yıllarda yürürlükte olan sistem hükümetin bazı kuruluşları sıkı
bir şekilde kontrol etmesine imkan tanıyordu. Demokrat Partinin yanlışa ve
suiistimale meydan vermediği anlaşılıyor. Sadece bir iddia vardır. O da özel harp ile
ilgisi kurulamamıştır. Bilindiği gibi, 1955 yılında, bir
militan Selanik' te Atatürk'ün doğduğu evi bombaladı. Ondan sonra
İstanbul'da, meşhur 6-7 Eylül olayları başladı. Azınlıkların işyerleri
yağmalandı. İzmir'deki Yunan konsolosluğu tarandı. Olaylarda solcu
militanlar aktif rol oynadı. Daha
sonra bir kısım sol militan tutuklandı. Pek çok işadamı ülkeyi terk etti.
Milletler arası camiadaTürkiye'nin ve Demokrat partinin
itibarı sarsıldı. Azınlıkların ülkeyi terk etmesiyle,Türk
ekonomisi büyük yara aldı. Yabancı yatırımcılar yatırımlardan birden
vazgeçti. Demokrat partinin ekonomideki liberalleşme
hedefi ve çalışmaları büyük yara aldı ve gündemden kalktı. Sonradan Yunan polisi bombacıyı yakaladı.
Bombacı MİT elemanı olduğunu itiraf etti. Fakat bağlantıları bulunamadı.
Kimden emir aldığı tesbit edilemedi yada açıklanmadı. Karanlıkta kalan bu hadise dışında devlete yönelen
hiç bir iddia ve suçlama yok. Demokratlar devleti temiz tutmayı
nasıl başardı? Veya bu işi neden sıkı tuttular ve ciddiye aldılar?
Bu hususları tam olarak bilmiyoruz. Fakat Bediüzzaman hazretlerinin bu yıllarda
Menderes'e gönderdiği bazı mektuplardaki ısrarla üzerinde durduğu bir
husus dikkatleri çekmektedir. O da Kur’an'daki
iki ayettir. “Birisin hatasından başkası mesul olmaz” ve “ Masum bir
insanı öldürmek yer yüzündeki bütün insanları katletmek gibidir.”
Emirdağ lahikalarında yayınlanan bu mektuplarında, Batı
medeniyetinin bu iki esası dikkate almadığı için büyük zulümlere ve anarşiye
sebep olduğunu ifade etmiştir. Gelecekte ülkemizi kasıp kavuracak olan anarşiyi
görerek, asayişin muhafazası için buna dikkat edilmesi gerektiğini ısrarla
vurgulamıştır. Dini değerlerden
ve dini eğitimden mahrum olarak yetiştirilen gençlerin ilerde anarşiye
malzeme olarak kullanılacağı ikazlarını yaparken çare olarak planlanan
projelerin de doğru olması gerektiği yolundaki ikazlarını da devam
ettirmektedir. 1960 yılındaki 27 Mayıs ihtilalinden sonra
devlet yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye'de her zaman
sağın iktidar olacağı görüldüğü için Anayasa
ve kanunlarla, hükümetlerin yetkileri sınırlandırılmış
ve müdahale edemeyeceği
alanlar oluşturulmuştur. Özel harp de bu gibi alanlardan birisidir. Gladyo ve Kızıl
tugaylar Gladyo İtalya'da bazı sağ teşkilatları
kullanmış ve her türlü desteği vermiştir. Bunlar ortaya çıktığında
pek fazla şaşıran olmadı. Fakat Gladyonun sol ayağının olduğunu çok az
kimse tahmin etmişti ve bazı gerçekler ortaya çıkınca büyük bir şaşkınlık
meydana geldi. Kızıl tugaylar İtalya'da faaliyet gösteren
silahlı bir sol teşkilât idi. İtalyan kamuoyunda az da olsa Kızıl Tugaylar'ın
eskiden beri gizli servisler elinde darbecilerin ve demokrasi karşıtlarının
emelleri için manipüle edildiği yolunda bir kanaat vardır. Kızıl Tugaylar küçük ve etkisiz bir sol fraksiyon
olarak biliniyordu. Adını 70'li
yıllarda sansasyonel silahlı eylemlerle duyurdu. Örgüt, 1978'de Hıristiyan
Demokrat Parti lideri Aldo Moro'yu kaçırdı. İtalya ve dünya tam manasıyla
bir şok geçirdi. Tereyağından kıl çeker gibi Aldo Moro'yu alıp götürmüşlerdi
ve bulunamıyordu. Bu örgüt, bu kadar büyük bir eylemi nasıl gerçekleştirebilmişti?
O kadar çok kontrol noktasından nasıl geçebilmişlerdi? Örgüt Aldo Moro'yu
iki ay sorguladı ve bir çok
bilgiler aldı. Daha sonra da öldürdü. Bu eylem çok büyük bir tepki topladı. Devlet suçlamaların
altında kaldı. Her zaman olduğu gibi tetikçilerin akıbeti aynı idi.
Mukadder son gelmişti. Devlet suçlamalardan kurtulmak için operasyonlara girişti.
Bir dizi operasyon sonucunda Kızıl Tugayların lider kadroları ve önemli
militanları öldürüldü, bazıları da yakalandı. Defter kapatıldı. Yıllar sonra meşhur
bir sol örgüt liderleriyle yapılan röportajda, "Biz bu örgütün
cirmini biliyorduk, böyle bir şey
başarabildiklerine bir türlü inanamadık" diyordu. O zamanlar da, Kızıl Tugaylar üzerinde şüpheler dolaşmaya
başlamıştı. İtalyan kamuoyunda Kızıl Tugaylarının kullanıldığı
kanaatini veren en önemli olay, hedef olarak
Aldo Moro'nun seçilmiş olmasıydı. Seçilen hedef tam tersiydi. Niçin
Aldo Moro'yu hedef seçmişti? Halbuki ılımlı bir lider idi. Hatta komünistlerle
de anlaşarak o yıllarda İtalya'yı kasıp kavuran
terörü durdurmayı hedefliyordu. Tarihi uzlaşma planını ortaya atmıştı.
Komünistlerle koalisyon kurma hazırlıkları yapıyordu. Ordu "
tarihi uzlaşma planına" çok sert tepki gösterdi. Aldo Moro öldürüldükten sonra da kimse bu "tarihi
uzlaşma" lafını ağzına almadı. Yine, Kızıl Tugayların kullanıldığı
kanaati kuvvetlendiren diğer bir olay ise;
Yüksek Hakimler Konseyi Başkan Yardımcısı Hakim Bachelet'in öldürülmesiydi.
Bachelet, konseyi P2 Mason Locası'na bağlı hakimlerden temizleme kararı almıştı.
Bu karardan üç hafta sonra Kızıl Tugaylar tarafından öldürüldü. Bilindiği
gibi P2 Mason Locası, 1995'te yapılan
"Temiz Eller Operasyonu"nda mafyayla iç içe geçmiş olduğu için
kapatıldı. Loca Gladyoda alınan
önemli kararlarda söz sahibiydi ve Gladyo'nun
sivil uzantısı olarak çalışıyordu. Faaliyetlerini
siyaset ve iş dünyasında itibarlı olan masonlukla maskeliyorlardı. Daha sonra başlatılan
temiz eller operasyonunda Kızıl Tugaylar'a Gladyo elemanlarının
sızdığı tespit edildi. Bu elemanlar
çok zor ve tehlikeli görevleri
başarabiliyorlardı. Bir çok
hususta örgütün önünü açabiliyorlardı. İyi eğitimli idiler. Para sıkıntıları
yoktu. Haraç toplama ve soygun hususunda da başarılı idiler. Tabi bütün
bunlar bu elemanların şahsi kabiliyetlerine veriliyordu ve örgütte büyük
itibar görüyorlardı. Bir yerlerden destek gördüklerinden kimse şüphelenmedi. Süratle üst kademelere yükseldiler. Örgütü
yönlendirmeye başladılar. Kimisine göre de örgütün üst kademesi
tamamen istihbarat elemanlarından oluşuyordu. Ama bu isbat edilemedi. Zaten bütün
dünyada geçerli olan kural,
tamamen elde etmek yerine, sızma ve yönlendirmenin daha etkili ve sonuç alıcı
olduğudur. Bu hususun üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü benzeri
uygulamalar Türkiye'de de yapıldı. Meşhur sol terörist ve lider Dursun
Karataş defalarca güvenlik görevlilerinin
elinden kurtuldu. 12 Mart döneminin meşhur sol teröristleri, o dönemdeki bazı
zor bombalama eylemlerini nasıl gerçekleştirdikleri sorulduğunda, kontrol
noktalarından bazı üst seviye görevlilerine ait resmi
plakalı arabalarla geçtiklerini ifade etmişlerdir. Bilindiği gibi bu
görevliler daha sonra da anarşiyi önleyerek kahraman olmuşlardı. Bu sızmalar ve yönlendirmeler sağda ve solda bir çok örgüte
yapıldı. Meclis komisyonlarının
yayınladığı raporlara göre PKK, Dev-Sol, Dev-Yol ve Hizbullah da bu
sızmalardan nasibini aldı. Bu yönlendirmeler ve kollamalar sayesinde adı sanı
duyulmamış örgütler birden parladı. Devlete
karşı çatışmalarda başta hiç kayıp vermiyorlardı. Hiç yakalanmıyorlardı.
Para kaynakları birden büyüdü. Militanlar için cazip gelmeye başladı. Süratle
militan toplamaya başladılar. Diğer gruplarla girdikleri mücadelelerde hep
kazandılar. Bu sızmalar ve yönlendirmeler sadece silahlı gruplarda mı
yapıldı? Elbette hayır. Bilindiği gibi Türkiye'de bir zamanlar adı sanı
duyulmamış sağda ve solda bir çok grup türedi. Yıldızları birden parladı.
İmkansızı başardılar. Aşılamaz
engelleri aştılar. Büyük para kaynakları keşfettiler. Başarıları cazibe
merkezleri olmalarını sağladı. Kimisi hakim zihniyete taraftar göründüler. Kimisi
karşı göründüler. Ama hiç
bir zaman hürriyet ve demokrasi isteyen asrın başlarından beri devam eden
Ahrarları ve onların takipçileri olan Demokratları desteklemediler. Ezeli mücadele
hiç bitmedi. Hiç bir zaman demokrasi istiyoruz diyemediler. Demokrasiye şiddetle
karşı çıktılar. Kendi meşreplerine göre karşı çıkmalarına birer gerekçe buldular. Örgütler ve gruplar içerisine yapılan sızmalarda başarının
oldukça önemli bir payı vardır. Fertlerin
ve toplumların başarıya karşı korkunç bir zaafı vardır. Başarılı
olanı haklı görürler ve doğru yolda olduğunu kabul ederler. Dış destekle
başarılı olan kişi süratle yükselir ve üst kademelere gelir. Örgüt ve grup için de aynı husus geçerlidir. Onlar da büyük
başarılara imza atmaya başladılar mı toplumda yıldızları birden
parlamaya başlar. Kimse fikri istikametine bakmaz. İstikametin yanlışlığı,
yıllar sonra ortaya çıkacaktır. Daha sonra kullanılıp çöpe atılır ve
yok edilir. Susurluk 3 Kasım 1996
günü Susurluk'ta meydana gelen bir kaza Türkiye'yi derinden etkiledi. Kamyon
kazasında ölenler ve kalanlar oldukça enteresandı. Abdullah Çatlı,
yedi kişiyi öldürdüğü iddiasıyla yaklaşık 20 yıldır aranıyordu.
Polis müdürü yanında Kerbela taşı taşıyacak kadar mezhebine bağlı
birisiydi. Ayrıca bir de hükümetten
bir milletvekili. Hadise çözülmek
yerine hemen siyasete alet edilerek 100 yıldır değişmeyen bir taktik eseri
olarak demokratlara karşı kullanılmak ve hükümeti yıkmak istendi. Çatlı'nın
aranırken 12 Eylül döneminde bile rahatça pasaport alması ve yurt dışına
girip çıkması ve İsviçre'deki bir hapishaneden kaçırılması Özel Harp
yada Türk gladyo'su iddialarını güçlendirdi. Ayrıca bir kısım askeri yetkililerle de sürekli telefon görüşmeleriyle yakın
temas halinde olması bu şüpheleri derinleştirdi. Gazeteci Faruk
Mercan,"Susurluk Prensleri" isimli kitabında 3 Kasım 1996 günü
Susurluk'ta meydana gelen kazadan yarım saat sonra yapılan bir telefon görüşmesini
aktarıyordu. Telefonun bir
ucunda o sırada Kocaeli Jandarma Alay Komutanı olan Albay Veli Küçük, diğer
ucunda Balıkesir Emniyet Müdürü Nihat Camadan vardı. "Küçük:
Susurluk'taki kazada ölen Mehmet Özbay, bizim kullandığımız bir eleman.
Tutanaklarda ismi geçmezse iyi olur. Camadan: Kaza
polis bölgesinde değil jandarma bölgesinde. Jandarmaya söylemek lazım. Küçük:
Jandarma komutanını aradım yerinde yoktu." Mercan'ın
yazdığına göre, Veli Küçük, daha sonra Jandarma Genel Komutanı Teoman
Koman'ın emriyle kurulan "soruşturma komisyonu"na verdiği ifadede
bu görüşmeyi doğrulamıştı. İstanbul DGM
Cumhuriyet Başsavcılığı Susurluk Olayı'nın hazırlık tahkikatını yürütürken,
Abdullah Çatlı'ya ait telefon dökümlerinde Tuğgeneral Veli Küçük'ün
ismine rastlayınca 24 Şubat 1997'de Genelkurmay Başkanlığı'na suç
duyurusunda bulundu. Telefon dökümlerine göre Veli Küçük, katliam sanığı
Abdullah Çatlı ile üç kez görüşmüştü. Savcılık suç duyurusuna
Hanefi Avcı'nın TBMM Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadeyi de eklemişti. Genelkurmay'ın
isteği üzerine iddiaları incelemek üzere üç generalden oluşan bir
"heyet" kuruldu. Küçük ve Camadan bu heyete ifade verdi. Ama soruşturma
sonucunda "Küçük'le ilgili suç unsuruna rastlanmadığı" gibi,
Jandarma Genel Komutanlığı, Hanefi
Avcı hakkında da ağır, mesnetsiz ve haksız hakaret ve isnatlarda bulunduğu
iddiasıyla dava açılmasını istedi. Bu ilişkileri
"normal" bulan sadece Küçük değildi. Emekli olduktan sonra NTV'de
gazetecilerin Küçük - Çatlı telefon görüşmeleriyle ilgili sorularını
yanıtlayan eski Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman "telefon konuşmalarını"
doğruluyordu. Çatlı acaba
12 Eylül'den önce de bu örgütün içinde miydi?
İtalya'da olduğu gibi ihtilallerin önünü açacak eylemler mi yapıyordu?
İtalyan Gladyo'su kalıbıyla mukayese edildiğinde sonuca ulaşmak mümkün. Muhtelif
gazetelerde çıktığı gibi, Demirel 12 Eylül'ün hemen öncesinde, Genel
Kurmay Başkanı Kenan Evren'den terörü önlemek için Özel harbi kullanmayı
teklif ediyor. Kenan Evren teklifi
reddediyor. Belki de meşguliyetleri icabı yardım edemezlerdi. Demirel gerçekten
Özel harbi kullanarak terörü durdurmayı mı düşünüyordu? Yoksa onları
kontrol altına almakla terörü önleyebileceğini mi düşünüyordu?
Bilemiyoruz. Demirel bir gün hatıralarını yazarsa öğreneceğiz. Tansu Çiller
hükümet olarak aynı şeyi denedi mi acaba? Arabadan çıkanlar bazı
elemanların ilk defa siyasilere yaklaştığını gösteriyor. Fakat telefon
konuşmalarının dökümü bazı askerlerle de bağlantılarının kesilmediğini
gösteriyor. Bugün
cevaplanamayan soru, asker sivil bu elemanları ortak olarak, bir devlet
ciddiyetinde ve devlet hiyerarşisi içerisinde
mi istihdam ediyorlardı? Yoksa bazıları sadece kendisi ile mi irtibatlı
olduğunu sanıyordu? Bu soru cevaplanamadı. O zamanki
iktidar işe başladığında ülkenin neredeyse en karanlık tablosu ile karşı
karşıya kaldığını gördü. Ülkenin doğu yarısı neredeyse yoktu.
DYP-SHP koalisyonu terörü yok
etmek için var gücüyle çalıştı. DYP, SHP'nin ortak olmasını da iyi değerlendirdi.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri, Halk Partisinin destek olmadığı
hiç bir emniyet tedbiri işe yaramıyordu. Hiç bir zaman onların rızası
alınmadan terör önlenemiyordu. Çiller, Demirel'den miras aldığı ortağını
iyi değerlendirdi. Polis ve
askerlerden oluşan özel timlere büyük destek verdi. Tecrübeli elemanlardan
oluşan bu elemanlar operasyonlarda neredeyse hiç kayıp vermiyorlardı ve büyük
başarılar kazanıyorlardı. Her gün 15-20 erin şehit olduğu günler geride
kalmaya başladı. Bu günlere
gelinceye kadar pek çok yol denendi. Hatta kuzey Irak'da giren Türk birlikleri
geri çekilirken, Peşmergelere silah bile dağıttı. Peşmergeler arazi tipi,
bakımı ve kullanımı son derece sade olan kalaşnikov silah istiyordu. Devlet
onları da buldu. Bu günkü kayıp silah tartışmalarında olduğu gibi ithal
etti. Batman'da olduğu gibi korucular köylerinden alınarak
seyyar hale getirildi ve jandarmanın kışlalarında kaldılar. Aslında bu uygulamalarda gizli kapaklı bir şey
yoktu. Özel korucu birlikleri jandarma ile beraber kalıyorlardı ve devletin
her kademesinin haberi ve onayı vardı. Batman kelimesi geçince burada hemen fâil-i meçhuller
hatıra gelmektedir. Sayısı on
binleri bulan fâil-i meçhulleri kim işlemişti? Bunca masum insanı kim öldürmüştü?
Ölenlerin hepsi terörist miydi? İçlerinde pek çok masum olduğu bu gün net
olarak biliniyor. Terörist bile olsa sokak ortasında vurulamazdı. Ayrıca suçu
isbat edilinceye kadar her vatandaş masumdur.
Bugün bunların hepsi Hizbullah'a yıkılarak defter kapatılmak
isteniyor. Devletin tüm birimlerinin onayıyla aleni olarak
kurulan ve görev yapan bu güvenlik birimleri cinayetler işleyebilirler
miydi? Buna ihtimal verilmiyor. Hiç kimse başkaları tarafından
bilinen bir teşkilata cinayet işleterek muhaliflerinin eline koz vermez. İtalya'da ve pek çok Avrupa ülkesinde Gladyo,
ülkenin dünya çapındaki başbakanlarına bile güvenmemişti. Onların
olmadığı özel toplantılarda çeteler oluşturarak
eylem kararı almışlardı. Görevlerini ve ellerindeki devletin güçlerini
su-i istimal edenler kimlerdir? Diğer bir ihtimal de, çetelerin varlığıdır. Bu
çeteler kimlerdir? Üst kademelerin haberinin olmadığı, tabanda bir
kaç subay yada polisin kurduğu bir çete midir? Yada üst kademelere kadar
uzanan veya yerli yabancı bazı gizli teşkilâtların sızdığı örgütler
midir? Bütün bunları aydınlatmak ve suçlularını
cezalandırmak devletin vatandaşına namus
borcudur. Ankara'da öldürülen bir aydın ile dağda öldürülen bir
çoban arasında bir fark yoktur. Jitem Güney doğudaki operasyonlarda, eylemlerde ve fâil-i
meçhullerde adından en çok söz edilen teşkilâtlardan birisi de Jitem'dir.
İlk harfinden dolayı, bazı Jandarma birimleri tarafından yönetildiği
iddia ediliyor. Fakat devlet böyle bir birimin olmadığını ve tamamen hayali
olduğunu ifade etti. Şimdi Jitem ile ilgili basında çıkan bazı
yazılara göz atalım: Yeni Aktüel, 1990 - 92 yılarında,
kendi tabiriyle "JİTEM'de komutan yardımcılığı" yapan, PKK
itirafçısı İbrahim Babat'ın 11 sayfalık itiraflarını yayınladı.
İbrahim Babat,
bir PKK itirafçısı. Kendisini, sadece itirafçılardan oluşan, "öldürmeye
yetkili" JİTEM grubunun komutan yardımcısı olarak tanıtıyor. Öldürdüğü
insanların sayısını hatırlamıyor. 1997'de İstanbul Kadıköy'de
karıştığı silahlı çatışma sonunda yakalandı. Az bir
ceza alacağı vaadine rağmen 17 yıl
hapis verilince önce Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerine ve
İstanbul DGM Başsavcılığı'na "konuştu." 11 sayfalık
itirafından bir bölüm, Kutlu Savaş'ın Susurluk Raporu'nun 76. sayfasına
girdi. İtirafın tamamı, raporun 10 numaralı eki olarak Mesut Yılmaz'a
teslim edildi. Bu itirafların
detaylarına girmeyeceğiz. Fakat itiraflarda pek çok suçsuz kişinin öldürüldüğü
isim isim belirtiliyor. Bazıları, kan davası olanların birbirlerini
ispiyonlaması sonucu, bazıları
şahsi hesaplar sonucu, bazıları da yem olarak
öldürülmüş. Hatta
itiraflar arasında, Irak'a satılan bir asker bile var. asker Antalya'da bir
birlikte görev yapıyor. Fakat eski
bir Iraklı. KDP elemanlarından. Türkiye'ye sığınmış, vatandaşlığa geçmiş.
Eski defterleri kapatmış. Ama Saddam, bilgi almak amacıyla adamın peşini bırakmıyor. İtirafçı
Babat, itiraflarında bu askeri, birliğinden teslim alarak
Iraklı yetkililere 100 bin dolara sattıklarını teferruatlı bir şekilde
belirtiyor. Buna benzer başka
itiraflar ve hizbullah ile
olan ilişkiler de basında yer aldı. Bütün
bunları sadece bir örnek olarak verdik. Şimdi
zihinlerde oluşan sorular şunlar: Jitem, devletin bilgisi dahilinde mi
kuruldu? Kirli işlere karıştığı ve kontrol edilemediği için mi lağvedildi?
Yoksa alt seviyedeki bazı birimlerin kendi kendilerine kurdukları bir
organizasyon mu? Jitem üst öneticisi
olarak bilinen Ersever gibi bazı elemanlar öldürüldüğü
için ve yetkililer konuşmadığı için bu soruları cevaplamak zor. Kimse her şeyin
altında Jitem'in olduğunu söylemiyor. Fakat Jitem, kimlerin neler yapabileceğine
ve başka örgütlerin olabileceğine dair sadece bir örnek. Aydınların
öldürülmesi Türkiye'de yetmişli yıllardan itibaren çok
sayıda sol aydın katledildi ve Türk basın tarihine kara bir leke olarak geçti.
İttihatçılar zamanında olduğu gibi hiç birisi de yakalanmadı. Bütün bu çözülemeyen cinayetleri de,
yüz yıldır yapılan cinayetlerle aynı kategoride incelemek gerekir.
Sebep ve sonuçları itibariyle ve cinayetlerden kimlerin ne kazandıklarına,
nereleri tahrik ettiklerine bakılırsa, Balkan ve Makedonya komitacılığının
izlerini ve metotlarını görmek mümkün. Fâil-i
meçhuller ile ilgili "Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla" adlı
kitabın yazarı Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan'ı
bir değerlendirmesine göz atalım. Turhan adlı kitabında şöyle
diyordu: "Gladyo, Yunanistan, İtalya, Belçika gibi ülkelerde
ortaya çıkarılmasına rağmen, ülkemizde varlığı bile tespit
edilemedi." Talat Turhan yine aynı kitabında Türkiye'de Gladyo Özel
Harp Dairesi'dir diyor. (s.14) Talat Turhan, "Bir ülkede siyasi cinayetler
işleniyor da failleri bulunamıyorsa, fail büyük bir olasılıkla istihbarat
örgütleridir. Bu iç istihbarat örgütlerinden biri veya birkaçı olabileceği
gibi, dış istihbarat örgütleri de olabilir. Yada iç ve dış istihbarat örgütlerinin
ortak kararıyla gerçekleşen bir eylem şeklinde de gerçekleşebilir"
diyor. (S. 2) Niçin sol aydınlar? Bilindiği gibi terörün hedefi
sansasyonel olaylarla, toplumu ve
çeşitli kesimleri tahrik ederek yönlendirmektir. Onun için de ses getirecek
hedefler seçer. Gerek Türkiye'de gerekse dünyada Türkiyeli sol
aydınların büyük bir etkisi
vardır. Devletin üst kademeleriyle çok sıkı ilişkileri vardır. Bazı
gizli bilgilere çok çabuk ulaşırlar. Bir kısmı özel toplantılara katılırlar.
Bir kısmının gözü yukarılardadır. Bazıları cunta çalışmalarında
bile görev almışlardır. Eğer başarılı olsalardı bakan olacaklardı.
Tabi ki bunları genellemiyoruz. Çoğu için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Bunları
siyaset ile olan ilgilerini ve boyutunu anlatmak için ifade ediyoruz. Bu ilişkilerin
tabi sonucu olarak da zaman zaman tehlikeli sonuçları da olmaktadır. Sol aydınların, Demokrasiyi benimsemeyen
kesimlerde de büyük destekleri vardır. Öldürülmeleriyle
hemen ihtilal ortamı hâsıl olur. Demokrasinin çözüm olmadığı yüksek
sesle dillendirilmeye başlanır. Hadiseyi çözmek yerine intikam yeminleri
edilir. Avrupa'da da bu aydınların destekleri vardır.
Bunların cinayete maruz kalmaları, Batı'daki sol aydınların da seslerini
kesmektedir. Şili'de, Arjantin'de, Vietnam'da demokrasi isteyen Batılı aydınlar,
Türkiye'deki aydınların can güvenliği gibi basit bir gerekçeyle, askeri
rejimleri desteklerler. Tabidir ki, bu da suikastler hakkında pek çok
şüpheleri beraberinde getirmektedir. Abdi İpekçi cinayeti en önemli suikastlerden
birisidir. 12 Eylül ihtilalinin önemli gerekçelerinden birisiydi. Abdi İpekçi'nin
öldürüldüğü aylarda yeni oluşumlar ufukta gözükmeye başlamıştı. Terörün
arkasında başka güçlerin olduğu hakkındaki kanaatler güçlenmişti. Ülkücü
gençlerin yönlendirildiği kanaati sol kesimde ittifak halinde kabul görüyordu.
Solcu gençlerin yönlendirildiği ve ihtilale malzeme yapıldığı kanaati ise
ilk defa zihinlerde oluşmaya başlamıştı. Abdi İpekçi yaptığı çalışmalar sonucu terörün
kaynağı hakkında bazı ip uçları bulmaya başladı. Ve arabuluculuğa
soyundu. Uzlaşma arayışları başladı. Fakat Abdi İpekçi'nin öldürülmesiyle uzlaşma
arayışları rafa kalktı. Terör birden şiddetlendi. Hükümet bunu gurur
meselesi yaptı. Katilleri ve sorumluları mutlaka bulacaktı. Daha sonra M. Ali Ağca, ülkücülerin Bayezıt'taki
meşhur Küllük kıraathanesinde yakalandı. İpekçi'yi öldürdüğünü
itiraf etti. Fakat gerekçeler hiç de inandırıcı gelmedi. Hükümet arkasındakileri
bulmak istiyordu. Zamanın CHP'li İçişleri bakanı H.Fehmi Güneş işi ciddi
ve sıkı tuttu. Hatta bazı sorgulamaları Ağca'ya gözükmeden takip etti.
Sonuca yaklaştığını sanıyordu.
Fakat Sıkıyönetim geldi elinden aldı. Türkiye Cumhuriyeti'nin koskoca İçi
işleri bakanı elleri boş kala
kaldı. Ağca askeri hapishanede "konuşursam"
tehditlerine başladı. Daha sonra da Türkiye'nin en iyi korunan
hapishanesinden ellerini kollarını sallaya sallaya kaçtı gitti. Bir kaç er
küçük cezalar aldı. Defter kapandı. Fakat yeni bir defter açıldı. Sağcı
olarak biliniyordu. Yeni bir defter için iyi bir malzeme idi. Kamuoyunun bu gün Susurluk ve Jitem
olaylarından yakından tanıdığı Abdullah Çatlı, yurt dışına
giriş çıkışlarında yardımcı oldu. Çatlı yedi kişiyi boğarak öldürmekten
aranıyordu ve 12 Eylül'ün gerekçelerinden idi. İhtilalden sonra bile rahatça
pasaportlar alıp yurt dışına giriş çıkış yaptı. Ağca, bilindiği gibi Papa'ya suikast teşebbüsünde
bulundu ve yakalandı. İtalyan savcı Ağca'ya nasıl kaçtığını, sınır
kapısından nasıl geçtiğini
sorduğunda hayretler içerisinde kalıyordu. Türkiye'nin her tarafı özellikle
güvenlik görevlilerinin bulunduğu bölgeler "iyi adamlarla" kaynıyordu.
Herkes Ağca'ya iyilik yapmak için yarışıyordu. İhtiyacı olan bu adama,
kimisi para veriyordu. Kimisi silah, kimisi de pasaport. İtalya Ağca'nın papa'ya suikast teşebbüsü için
söylediği gerekçelere bir türlü inanmadı. Hele İtalya'da ortaya çıkan
Gladyo, şüpheleri iyice derinleştirdi. İtalya Türk gladyo'sunun ortaya çıkmasını
bekledi. İkisinin ortak operasyonu
olabilir miydi? Bu işin içinde İtalya
üst yönetiminden bazılarının olabileceğinden şüphelendi. Bunu ortaya çıkarmaya
çalıştı. Fakat Türkiye'den beklediklerini bulamadı. Ağca'nın
arkadaşları ve işbirlikçileri Türkiye'de
beraat ediyordu. Belki de Apo kumarına bunun için girdi.
Fakat hala Ağca'nın esrarını çözemedi. Globalleşen dünyada terör
de global idi. Türkiye'deki çözülmeden İtalya'daki de çözülemezdi
elbette. Önemli eksiklerden birisi de, komitenin sol ayağı
yada Kızıl Tugayların Türkiye'deki muadili hakkında hiç bir çalışma yok. Özdemir Sabancının öldürülmesi
de bu çetenin çok güçlü olduğunu ortaya koydu. Katil yakalanarak defter
kapatılmak istendi. Fakat bazılarının tekrar açacağı anlaşılınca
militan öldürülerek susturuldu. Kamuoyu
"katil cezalandırıldı" kanaati verilerek ikna edildi. Fakat
adamlar çok sağlam çalışıyorlar ki, her zaman olduğu gibi katilin katili
de, hapishaneden sessiz sedasız kaçtı gitti. Son fırsat
da böylece elden kaçmış oldu. Genel bir bakış Bu işleri çözmek bu kadar zor mu?
Çözülemeyen hepsi hepsi bir elin parmakları kadar eleman ve
faaliyetleri. Arkasındakiler küçük bir yere sıkışmış durumdalar. Her
hadisede onların ismi geçiyor. Aynı kişiler hem sağda, hem de solda. Hem de
hiç umulmayan yerlerde ortaya çıkıyor. Birbirine düşman zannedilenler bir
de bakıyorsun birbiriyle gizli bir ortaklık halinde. Faaliyetleri pek çok
noktada kesişiyor. Bir zamanlar Çatlı'nın Jitem elemanlarıyla
beraber hizbullah militanlarını eğittiği söyleniyor. Devleti istismar eden
bazı çetelerin yaptıkları eylemlerde gerek kendilerini gizlemek gerekse
PKK'ya alternatif oluşturmak ve ona rakip olacak örgütlerin önünü açmak
amacıyla Hizbullah adını kullandıkları biliniyor. Bir bakıyorsunuz, Yeşil, Hizbullah lideriyle işbirliğiyle
yapmış. Bir yandan Hizbullah elemanlarının Malki cinayetine bulaştıkları
ortaya çıkıyor. Malki cinayetinden dolayı devletin bazı görevlileri ve bir
vali suçlamalara maruz kalıyor.
Vali de antidemokratik ve baskıcı uygulamaların en büyük ve acımasız
savunucularından birisi. Azmettiricilerin yerini bildiği halde 1 yıldır
operasyon yaptırmadığı ve engellediği artık iyice ayyuka çıktığı için
görevden alınıyor. Garip ilişkiler ve garip bağlantılar. Terörü çözmek isteyenlerin bir kısmı,
nedense teröre başvuranlarla aynı metodu ve aynı tarzı uyguluyorlar. Yani
siyasi istismar ve rakiplerini mağlup etmek ve zor duruma düşürmek istiyor.
Son günlerde buna bir de İslamiyet'i ve Müslümanları suçlamak ve halkımızın
dini hürriyetlerine engel olmak maksadı eklendi. |