Elbette demokrasi - Elbette demokratlık
Mehmet Altan

Yarın Cumhuriyet'in 77. yıldönümü kutlanacak. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, "Cumhuriyet" ve "Demokrasi" birkaç gün önce özel liselerde okumuş, İngilizce bilen kalabalık bir genç grubuyla ahbaplık ederken, bu tanımları yapmakta zorlandıklarını gördüm. Belki de yadırgamamak lazım. Türkiye çok uzun yıllar "tek parti" yönetimi ile yönetildi. Çok partili rejime de görüntüde geçti. Çok partili rejim ne güç dengelerini değiştirdi, ne hukuksal mevzuatı, ne de toplumsal zihniyeti. Zaten o aşamadaki pratik amaç da, İkinci Dünya Savaşı ertesinde toplanan San Francisco Konferansı'na katılabilmek için makyaj tazelemekten ibaretti. Türkiye "Cumhuriyet"in farklı, "Demokrasinin" farklı olduğunu daha yeni yeni sezer gibi.

DEMOKRASİ NEREDE?
Cumhuriyet, pratik olarak iktidarı hanedanın elinden almaya yarıyor. Cumhuriyet ilan edilince, siyasal güç "babadan oğula" güya geçemiyor. Buna "güya" diyorum, çünkü komşumuz Suriye Hafız El Esad'ın pençesinde inleyen bir diktatörlüktü. Orada da cumhuriyet var ama siyasal oyunda halk ve çoğulculuk yok. Bundan dolayı da, rejimin adı cumhuriyet olmasına rağmen, iktidar babadan oğula geçti. Suriye krallık olsa da aynı şey olacaktı. Kral ölünce iktidar oğluna geçecekti. Suriye demokrasiden nasibini almamış, tek parti rejimi ile yönetilen bir diktatörlük olduğu için, cumhuriyet olmasına rağmen iktidar değişiminin sonucunda bir farklılık yaşanmadı.

 

Demek ki, cumhuriyet, iktidarı kimden aldığı kadar kime verdiğine bakılarak değerlendiriliyor. Eğer iktidarı kraldan alıp halkın farklı görüşlerini tartışacak, yayacak, örgütleyecek bir çoğulcu yapıya teslim etmiyorsa, cumhuriyet bir anlam ifade etmiyor. Çünkü devreye ya tek partiler, ya diktatörler giriyor. Halkın yaşamı fazla değişmiyor. Birinci Meclis'in ilk demokratı sayılabilecek olan rahmetli Hüseyin Avni Ulaş'ın "Demokrasisiz bir cumhuriyet iğfalkardır" demesi de bu yüzden.

Demokrasi ise, Cumhuriyet'in "halksız" bir vodvile dönüşmesini önlüyor. Onun içini dolduruyor. Oyunun asıl aktörü halk oluyor. Bizimki gibi geri kalmış ülkelerde olduğu gibi devlet bürokrasisi halkın yerini alamıyor. Düşünceler farklılaşıyor, tek bir resmi görüş herkesi bunaltıcı sultası altında boğmuyor, her türlü görüş rahatça örgütleniyor, "rejim muhalifliği" ya da "vatan hainliği" gibi egemenin işine yarayan demagojiler demokrasilerde kendine yer bulamıyor. Bir tek görüş, bir tek ideoloji, bir tek ses gibi ürkütücü bir fakirlik ortaya çıkmıyor. Cumhuriyet de anlam kazanıyor. Bizim Cumhuriyet ilan edeli 77 yıl oldu. Ama halâ "demokratik bir cumhuriyet"e geçemedik. Bundan ne kadar uzak olduğumuzu, Avrupa Birliği tam üyeliğinin "olmazsa olmaz" ön koşulu halindeki "Kopenhag Kriterleri" ile ülkedeki mevcut rejimi kıyaslayarak görebiliyoruz. Tek fark eskiden bu talepleri seslendirenlere inanılmaz safsatalarla saldırılırdı, şimdi hiç kimsenin sesini yüksek perdeden çıkaramayacağı bir çağdaş kriter var. O kriterle kıyasladıkça, bunca zamandır nasıl bir rejim altında yaşadığımızı ve demokratikleşmek için neler yapılması gerektiğini daha net görebiliyoruz.

HALK ZENGİNLEŞEMEDİ
Demokrasi, yani halkın bizzat sahaya inip, oyunu evrensel kurallar içinde oynaması hiçbir zaman gündeme gelmediği için ülke kendi dinamizmini geliştiremedi ve zenginleşemedi.

 

Para bölüşümü devletten bağımsız olarak piyasada yapılamadı. Halk, demokrasinin özgürlükleri sürekli genişleten ve hak arama savaşını kolaylaştıran özünden hep kopuk kaldı. Aynı padişaha yanaşır gibi, Cumhuriyet döneminde de devlet bürokrasi ile onun uzantısı olan siyasetçinin gözünün içine bakarak yaşamaya devam etti. Ekonomik paylaşım sürekli devlet eliyle yapıldı. Bugün de bu yapı değişmiş değil. O nedenle de, demokrasinin ruhunu biçimleyen ekonomik hak arayışı, buna bağlı olarak bireysel farklılaşma ve kendini korkusuzca ifade etme anlayışı bu topraklarda boy atmadı. Cumhuriyet, gelişmiş Batılı ülkelerdeki günlük yaşamın görüntülerini kopya ederek buraya getirdi ama o toplumların asıl dinamizmini ve toplumsal enerjisini oluşturan "üretim biçimini" hiç merak etmedi. Başlangıçta da köylü bir toplumduk, bugün de köylü bir toplumuz, bu gerçek hiç değişmedi. Cumhuriyet'in "ikinci adamı" İsmet İnönü, İnönü savaşları sırasında Bursa'dan geriye doğru göçen ve içinde subay ailelerinin bulunduğu bir kafileye yaptığı konuşmayı naklederken şunları yazar:

"Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanımızdır. Yedi düvel düşmanımızdır. Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin millet düşmanımızdır." Cumhuriyet'in halka güvenmeyen bu yaklaşımı, aradan geçen onca zamana rağmen bugün de değişmiş değildir. Cumhuriyet ilkelerini ön plana çıkarıp, demokrasiyi yok saymanın temelinde de bu yatar. Demokrasilerde düşünceler "tehlikeli" ve "tehlikesiz" olarak ikiye ayrılmaz. Halkın iradesine sunulur. Halk da rejimin sahibi olduğu için, ayrıca bir hakeme gerek kalmaz. Ama bir ülkede halkı da düşman sayabilen bir "hakem" varsa orada Cumhuriyet'in demokratikleşmesi pek mümkün olmaz. Olmayınca da ekonomik olarak çöküntü devam eder. Halk, devletten bağımsız ekonomik bir güç olarak belirmez. Köyde yaşar, devlet aygıtından taban fiyatının ilanını bekler. Kendini modernleştirici gören devlet bürokrasisi ve onun uzantıları da kendi aralarındaki anlamsız iktidar savaşlarını halktan kopuk olarak sürdürür durur. Yaşam normalleşemez, ciddiyet bulamaz.

Başbakan Bülent Ecevit de "Atatürk ve Devrimcilik" kitabında "Cumhuriyetin ilk döneminde yapılmış olan devrimler, daha çok üst yapı devrimleriydi" der. Olması gerekeni de şöyle işaret eder:

"Gerçek devrim, alt yapı devrimidir. Yani, üretim ilişkilerini yeniden düzenleyen ve ekonomik güce el değiştirten devrimdir.

Şimdiye kadar Türkiye'de bu anlamda bir devrim, ekonomik güce el değiştirten bir devrim, bir bütün olarak ve köklü olarak yapılmış değildir."

Gerçekten de köylülük halâ ağırlıktadır, devletçilik egemendir.

Türkiye'de, asıl hedeflenmesi gereken, Cumhuriyet'in içinin demokrasiyle doldurulması olmalıdır. Bu, "kurucu unsur" olan militarizmin yerini de halkın alması anlamına gelir.

Ecevit'in de kitabında işaret ettiği gibi demokrasi "ilerici akımlar kadar gerici akımları da daha serbestçe ve daha taşkınca yüzeye çıkarır." Bundan korkarak da "demokrat" olunamaz. Demokratları, tek parti zihniyetinden ayıran en önemli özellik bu gerçeği kabul etmeleridir. Ve ülkenin gerçek sahibi olan halktan korkmadan onun kararlarına saygılı olmalarıdır. Cumhuriyet'in 77. yıldönümünde bile halâ cumhuriyet ile demokrasinin farkını anlatmak, Türkiye'nin demokratikleşmesinin önündeki özellikleri vurgulamak zorunda kalmak insana acıklı bir şaka gibi geliyor. Bunları çoktan aşmış olmamız gerekirdi. Ama halâ aşılamadı. Halâ demokratikleşmenin sakıncalı olacağını söyleyenler var. Halâ halktan ve düşüncelerden korkanlar var.

Suriye'deki gibi halkın dışlandığı bir cumhuriyet ne işe yarar ki? Böyle bir siyasi yapı, "kimse işitmesin, millet düşmanımızdır" diyen mantıktan ne kadar farklılaşmıştır ki? Belki de farklılaşmadığı için bugün kişi başına düşen gelirde Avrupa'nın en sefiliyiz. Demokrasisiz bir cumhuriyet bizi 77 yılda getire getire "adam başına gelir" sıralamasında dünya 93'üncülüğüne getirdi.

Bu, cumhuriyetin değil, cumhuriyeti hadım edip onu "demokrasisiz" bırakanların günahı

 

Önceki Sayfa

http://mercek.tripod.com